Romanları

Ölmez Ağacın Evi

Bir dönem, Ege’de bir kasaba, zeytinci aileler, zeytinlikler…

Edremit’in zeytine dayalı yaşantısı, güneşli tenha sokakları; yuvarlak kiremitli, iki katlı, renk renk evleri; çiçekli, sessiz avluları; yağ fabrikaları, ölmez ağacın değeri ve zahmetli işçiliği anlatılırken, küçük bir kız da çocukluktan gençliğe doğru onları izleyerek büyümektedir.

Kitaptan bir bölüm


Var yılı, yok yılı… Var yılı, yok yılı…
Çocuk bunu kaç yaşında öğrenmişti? Herhalde o da  öbür çocuklar gibi ilk duyduğunda, ev içi konuşmalarını dinleyip yeni yeni anlamaya başladığı  küçücük yaşlarındaydı.

Zeytinin bol olduğu yıllara var yılı derlerdi. Bunu, tanelerin yapraklar arasında  tek tük seçildiği, ürünün az olduğu yıl izler ki bu da yok yılıydı.Sonra yine var yılı… Sonra yok yılı.  Zeytin ağacı bir yıl bolca zeytin verir bir yıl dinlenirdi. Beklentiler, hesap kitap buna göre yapılır,  ama üretici için durum hiç değişmezdi. Var yılında  ürün  çok olduğundan para etmezdi, yok yılında para ederdi ama satılacak mal olmazdı.  Ne Erzurum Oltusundan yuvarlacık, simsiyah yüzük taşları gibi selelere dolan zeytin güldürürdü üreticinin yüzünü, ne küplere akan altın sarısı yağ…

Ama Edremitliler ne olursa olsun  zeytin ağacından vazgeçmezdi. Kimbilir ne zaman ataları buraları seçip yerleştiğinde, bu ovanın, bu dağ eteklerinin onlardan çok daha eski  bir yerlisiydi o. Dünyada pek az yeri sevip, kendine yaşam alanı olarak seçen, eğri büğrü koca gövdeli, yaprakları gümüş tozlu, bir kutsal ağaçtı.

Kutsallığı; sıcağa, soğuğa, kuraklığa dayanarak yüzlerce yıl ölüme karşı durmasındandı bir, taneleri ezilince şıp şıp damlayan yağının her derde deva olmasındandı iki…

O kış var yılıydı.

Ağaçları donatan tanelerin ağırlığıyla dallar aşağı doğru sarkmıştı.

Aralık başında karar verildi,  tayfalar zeytinliklere girdi. Sırıkçılar, kâhyalar, kadın erkek işçiler, arabacılar, traktörler, zeytinlik sahipleri ve aileleri işe koyuldu. Uzak yerlerden yeni yeni işçiler geldi, tayfalara katıldı.

Sırıkçılar vurup silkeledi, tenteciler yayıp topladı, taneler tek tek, avuç avuç sepetlere, sepetler çuvallara, çuvallar da arabalara kondu. Zeytinlikler arasındaki taşlı topraklı yollardan getirildi. Fabrika bahçelerine yığıldı. Yığınların üstüne tabelalar yazıldı. Burası İsmail Beyin, burası Zaralı’nın, Pomak Halit’in, Mustafa Necip Kardeşlerin, Hüseyin öğretmenin…

Çuvallar sırayla sıkılmaya başlandı. Yağ, preslerin altından oluk gibi  aktı. Toplanmış zeytinin beklemesi iyi değildi. Kızışır,  tadı, kokusu bozulur. O yüzden acele edildi. Fabrikalarda, gündüzcüler bıraktı gececiler, gececiler bıraktı  gündüzcüler çalıştı. Bacalar durmaksızın tüttü. Sokağa verilen siyah sular, dumanını savura savura yol boyunca aktı. Çocuklar fabrikadan dışarı fışkıran temiz sıcak suda sopalara taktıkları ayvaları pişirdi. Fabrikalar yağı çıkarırken bir yandan yeni zeytin çuvalları gelmeyi sürdürdü.

Tayfalar dere yataklarına indiler,  tepelere tırmandılar ve otların, çalıların, kayaların kuytusuna saklanmış zeytin tanelerini bulup bulup aldılar.  Ocak ayını bitirip şubata gelindiğinde artık fabrikaya çuvallar tek tük inmeye başlamıştı.

Baba eve geldiğinde yine eli boş döndüğü belliydi. Sessizce paltosunu çıkardı.  Sessizce terliklerini giydi. Ellerini yıkamaya musluğun başına gitti. Kapıyı açtığından beri  onu izleyen karısı aslında  öğrenmek istediğini öğrenmişti, duymasına gerek yok. Bekledi, sonra mutfağa geçerken “Hadi dedi, yemek soğumasın…”  Baba içindeki sıkıntıyı borudan atmak ister gibi musluğu hızla açtı. Suyun altına tuttuğu  zeytinyağ sabunu avucunda döndükçe köpürdü, köpürdükçe döndü.

Eller dirseğe dek foşur foşur yıkandı. Yüzüne de bir su serpti.

Havluyu yüzünden çekerken, bugün gittiği tüccarın bir öncekinden  daha az  fiyat verdiğini söyledi. Anne,

“Anlaşmıştır bunlar” dedi. Sesinde, hem öfke, hem ilenç vardı.
“Öyle, anlaşıyorlar” dedi adam. Sesinde kabulleniş… Anne yemeği getirdi.
“Tarım Kredi de var ya şimdi, onlar ne diyor ?”
“Paraları yokmuş” dedi baba ve ekledi “Sait Bey; fabrikada yer tutuyor, yağını al, tank bana lazım diye sıkıştırmasa …”
“O almıyor mu?” “Alıyor da, bende yağ çok diyor o hiç para vermiyor”
İki kız, anne, baba sofraya oturdu. Çelimsiz ve iştahsız küçük kız; karnı doydukça konuşmaya başlayan babasını ve gittikçe sinirlenip iştahı kaçan annesini, yemeğini güzelce bitirerek hoşnut etti. Sofradan kalkınca annesi yeniden saçlarını düzeltti, paltosunu sıkıca giydirdi.  Ablası okuluna  yollanırken o da İstiklal İlkokulu’na doğru seke hoplaya koştu. Başka çocuklarla karşılaştı.

Öğrenmişti; bu kış var yılıydı, zor bir yıldı.